29 Nisan 2013 Pazartesi

haftanın bana göre beş inanılmaz olayı


  1. otistikleri bir anda ateist yapan adana otistik çocuklar derneğinin inanılmaz sosyolog başkanı
  2. bayern munich'in barcelona'ya attığı inanılmaz 4 gol :(
  3. ayranın inanılmaz bir milli içkimiz olması
  4. 28 nisan 2013 karşıyaka final four'u inanılmaz farkla kaçırması
  5. murat karayılan'ın inanılmaz yüzsüz ve şerefsizliğini örtbas eden medya manşetleri

27 Nisan 2013 Cumartesi

seksenler bir rüyaydı ve fonda pet shop boys çalardı.

arabalarda teyplerin de yetersiz kalıp equalizer (ekolazyer diye okunur) denilen ses dengeleyici cihazların önemli bir statü haline geldiği, modada çekirdek çıtlatıp dondurmacı ali usta'nın önünde piyasa yapmanın ne kadar da havalı (cool kavramı yok o zamanlar) olduğu zamanlara ben yetişemedim. bir kadiköylü ve kadiköylü çocuğu olarak babamdan duydum.

dönemlerin siyasi ve ideolijk yapısı düşünülünce pop müzik herkese seslenen, insanlar arasında ayrım yapmayan ve çoğulculuğu kucaklayan yapısıyla bir nevi ilaç gibidir. içinde bulunduğu kuşağa sevgi, aşk, neşe ve acı pompalayan bir nevi plasebodur. kaç tane devrim yaratan grup çıkmıştır ki? ben sayayım:

beatles, abba, pet shop boys, madonna. bu kadar. eğer ana akımdan uzaklaşıp punk, rock veya caz kültürlerine kayarsanız ortak duygulardan sıyrılmış olursunuz. teyplerde yüksek sesle dinlenirken trt'de pop saatinde kliplerini izlerken asla ama asla anaakım olmuş bu gruplar kadar ses getirenine de rastlamamış olursunuz.

hayatımın kahramanlarından high fidelity'nin baş karakteri rob gordon'ın hikayesini anlatırken kullandığı ilk cümleler şöyleydi ve bu benim aklıma hep pet shop boys ve tarihe damgasını vurmuş benzeri grupları aklıma getirir:

'what come first? did i listen to po music because i was miserable? or was i miserable because i listened to pop music?'

acaba hepimiz acı çekmeye bu kadar meyilli miyiz? yoksa içimizdeki acıları neşeli gibi gözüken tınılarla mı yatıştırıyoruz? ben pop müziğin acı verdiğini rob gordon'ın cümleleriyle farkına varmıştım. ya da acı verdiğini demeyelim de duygularımız üzerinde yaptığı durum bozuklukları diyelim. belki birçok insan hala bunun farkında değil. aslında farkında olsa da ne değişecek diye düşünmeden edemiyor insan. kimse içimizde güneş açtığını düşündürürken geçmişe ya da ulaşılmayana gizli özlem duyma hisleri yaratan ezgilerden alıkoymaya cesaret edemez. çünkü acı aslında yaşamın büyük bir parçası. bunu hissettirmeden depolamaktan da doğal bir istek olamaz.

real dünyaya dönersek; altı kez grammy'e aday gösterilmiş, guinness rekorlar kitabında ingiltere müzik tarihinin en başarılı grubu olarak nitelendirilen pet shop boys 26 haziran akşamı istanbul'da konser verecek.

bize bu kadar acı veren şeyleri ödüllendirdiğimiz, sanattan başka bir alan var mı bilemiyorum.


25 Nisan 2013 Perşembe

kalbim nereye kariyerim oraya

steve jobs'un şu harika sözleri ne zaman umutsuzluğa kapılsam dünyamı aralıyor:
"En önemlisi, kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun."


tabi bu söylenildiği kadar kolay bi iş değil. hep bu sinir bozucu hayat mottoları dünyaya damga vurmuş adamlar tarafından söylenir. neden onlar söyler sizce? çünkü onlar başarmış olanlardır. bundan sonra yaptıkları herşey mübahtır. bizler içinde gerekli motivasyon kaynakları onlardır. ben de gitmesini bilirim fazlasıyla, ama elden her zaman gelmiyor. hep bir adım sonrasını düşünürken, asıl istediklerini de bir yere sıkıştırmakla yetinmeyi bilir olmak bile iyi geliyor.

dünyanın en geniş kariyer sosyal platformu linkedin, iş hayatında belli noktalara ulaşmış harika insanların yıllar önce yaptıkları bazı kariyer hatalarını anlattıkları çok güzel bir konu yayınlamış. Bu insanlardan kimi 'dream job' dedikleri işlerin gerçekten öyle olmadığını, kimi öyle olduğunu düşündüğü işten bir saat içinde kovulup hayatının nasıl değiştiğini anlatmış.

içlerinden bir tanesi baya ilgimi çekti. Şu anda büyük bir dijital ajansın ceo koltuğunda oturan Shane Atchison, aslında bir zamanlar çocuk psikologu olmayı hayal ediyormuş. internetle tanışınca bir anda fikrini değiştirip kendini digital dünyanın içinde olması gerektiğine inandırmış. olmuş da. hem de çok başarılı bir kariyer hayatı elde edecek kadar. ancak diyor ki; "yeni bir kariyer hayalinin içine kapılmak asla eskisinden de vazgeçeceğiniz anlamına gelmez. çünkü bir şeyi gerçekten sevmişsen o gelir seni tekrardan bulur."

bu sözler gerçekten çok büyüleyici olduğu kadar da basit. insan belki de en sevdiği şeye, daha az sevdiği şeyleri aslında daha çok sevdiğini kendine inandırarak ulaşıyor. shane atchison da şu anda çocuklar için spor organizasyonları yapan special olympics isimli bir kuruluşta gönüllü olarak hizmet etmeye başlamış.


Everyone thought it was a huge mistake when I quit my first post-college job after only two weeks.
The reason was that from high school forward, I’d had a single career goal: I wanted to be a psychologist who worked with children. My family didn’t have a lot of money, which meant that I had to work my way through school and take on a lot of debt. So it was a big deal when I graduated and was lucky enough to find a job in that field. I could slowly pay off my loans, while doing what I’d always wanted.
But it was also 1995, and suddenly there was this new thing called the Internet. I had seen it and fallen completely in love with it. The technology was so exciting that I knew I had to try working in the field.
This kind of thing happens to a lot of people. Your life gets momentum in one direction, and everyone starts thinking of you as someone who does X. Your dad sold cars; so you’re going to sell cars. You got an MFA in creative writing, so you have to be a poet. You got a law degree, so you have to join a law firm. It can be extremely difficult to step out of that path and do something different.
But sometimes you have to take that risk and endure the criticism you’re going to hear—especially if you’re young and something really grabs your attention. I’d wanted to be a psychologist like some kids want to be firemen or baseball players. So it shocked everyone when I suddenly decided to shift gears and work in technology. I still remember my boss telling me it was the biggest mistake I’d ever make.
As it happens, I did ok with the new direction. I quickly got a job in the field and founded my first company not long after.
One last point. Just because you take up a new dream doesn’t mean you have to shelve the other completely. In fact, if you really love something, it may come back to you. Recently, I was in a room with an official from the Special Olympics, and I told him this story. He invited me to volunteer with the organization, and I jumped at the chance.
So perhaps the most important thing to remember about giving up your big dream is that you may not be giving it up at all.

kariyer hikayelerinin tamamına şuradan ulaşabilirsiniz.




21 Nisan 2013 Pazar

ihtişamsa ihtişam


"People that seem so glorious are all show; underneath they are like everyone else" demiş amerikalı ünlü şair, ralph waldo emerson.

belki büyük konuşacağım, ama; eğer the great gatsby beklediğimiz kadar güzel bir film olmuşsa içinde bulunduğumuz döneme inanılmaz bir damga vuracak.

scott fitzegerald'ın amerikan rüyasını eleştirdiği bu hikaye, 20'lerin amerika'sındaki caz dönemi insanlarının hayatındaki büyük samimiyetsizlikleri, statüsel dengesizlikleri ve eşitsizlikleri usta bir dille anlatıyor. hayatımın en önemli kahramanlarından olan holden caufield'ın da çok sevdiği bu kitabın benim için de böylece ayrı bir yeri var.

eğer hepimiz bir rüyanın içindeysek aslında nereye kadar gideceğimizi istediğimiz kadar hesaplayalım yine de tutturamıyoruz. işin ucunun ulaştığı noktalar bir bakmışsın seni sabrınla sınamaya başlar olmuş.

ha bu arada ister 20'ler, 50'ler, 2010'lar olsun hikaye hep aynı. o yüzden 74'te ilk kez coppala tarafından filme çekilip epey konuşulan bu hikayeyi yıllardan beri daisy'nin o muhteşem cümlesini belki de farkında olmadan bana söyleyen ananemle izlicem.

 "rich girls don't marry poor boys."




bağımsız çağrışım serileri - gol makinesi diye aldık çamaşır makinesi çıktı


"Biz yamyam gibi tabirini kullanırız ama Türkiye’de ırkçılık olmadığı için aklımıza yanlış anlaşılacağı gelmez."

1999 yılında dönemin Trabzonspor Başkanı Mehmet Ali Yılmaz, İngiltereli siyahi oyuncu Kevin Campbell için “bizim yamyamı gol makinesi diye aldık çamaşır makinesi çıktı”dedi.






haftanın bana göre beş inanılmaz olayı


  1. daft punk'ın yeni şarkısı
  2. fazıl say'ın 10 ay hapis cezası alması
  3. halkın üstüne gül suyu sıkan zihniyet
  4. boston'da patlayan bombalar
  5. the maccabees'in istanbul'a gelecek olması


17 Nisan 2013 Çarşamba

kulağımı kemiren senin yokluğundu sevgilim. ya da varlığın.

Koku hafızasından sonra beynimi en çok kurcalayan diğer bir konu da ses hafızası tabiki de. bunun bir yerlerde bilimsel olarak açıklaması da vardır deyip zamanında araştırmışlığım da vardı. ancak benim için daha önemlisi bazı şarkıların neden beynimize takılıp kaldığı. neden insanoğlu yıllar boyunca istemediği hatta nefret ettiği şarkılarla kendi beyni tarafından taciz edilir? ya da sevdiği melodiler bile olsa istemediği bir vakitte aklına gelir. mesela sınavdayken bir anda gelirse naparsın? ya da önemli bir toplantı da...

Bu konudaki herkesin hikayesi genel olarak aynı seyirde ilerliyor. kafkaesk vari bir yaklaşımla kurbanların yüzde doksanı 'bir sabah uyandım ve aklımda ne ne ne naaa, la la laaa ouuuuu melodileri vardı. dişlerimi fırçaladım hala vardı. işte yirmi kişiye sunum yaparken fonda 'ne ne ne naaa...' . akşam yatağa girerken yine onun varlığıyla tekrardan bunalıma girdim.' işte genel olarak böyle. bunun sonunun nerde ve nasıl olacağı bilinmiyor.

NME'den Luke Lewis de duruma uygun güzel bir makale yazarak insanları aydınlatmaya soyunmuş. müzik psikologu ve hafıza uzmanı Dr. Vicky Williamson'dan öğrediği bilgilere göre; muziğin ne kadar dinlendiği, stres durumu, yaşanılan çevre, bilinçaltı ve evrimin sonucunda bazı seslerin müzik melodilerine dönüşmesi gibi birbirinde bağımsız beş ana faktör sıralamış. üstüne bir de beyinde her zaman kendiliğinden uydurulabilen beş saniyelik melodilerin hali hazırda sevdiğimiz şarkıları tetikleyip kulaklarımızı kemirdiğine dair kendi teorisini anlatmış. makalenin tamamına buradan bakabilirsiniz.

Herkesin kendince ve bilimin ortak teorisinde ne kadar haklı olduğunun tartışması bize birşey kazandırmayacak. çünkü beni ilgilendiren kısım biraz daha farklı:

Eskiden o şarkıyı dinlerken ya da duyduğunda hissettiğin duyguların artık sende var olmadığını hissedip beynin tepki olarak sağdan soldan duyduğu bu melodileri tekrardan açığa çıkarması.
Bu noktada yine bilime başvuruyoruz; çünkü insanoğlu zihinsel ve bedensel olarak bir bütünse bazı durumlara göre beyin ihtiyacına göre tepkime yapıyormuş. hatta bu tepkimeler nöroterapi ile beyin dalgaları incelenerek ölçülüyor. bu konuda artık gelinen seviyeler inanılmaz ötesi. mesela, neurofeedback teknolojisi ile artık kişilerin farkında olmadan yaptıkları fonksiyonların kontrolu, beyin dalgalarının seviyesinin ölçülmesi sağlanıyor. yani neurofeedback'te beyin kabuğu seviyesinde elektrik aktivitesi değiştirilirken beyin daha iyi çalışmaya başlıyormuş. böyle olunca da hafıza güçlenip, konsantre artıyor. bir nevi kişi kendi beynini kontrol etmesini öğreniyor. diyelim ki benim aklıma takılan bir şarkı var. aslında bunun sebebi çektiğim duygusal boşluk ve bu da beyin dalgalarımı etkiliyor. bir yanda bana üzüntü hormonu salgılamı tetiklerken bir yandan da beynime daha önceden temellerini attığı kemirici melodileri çalması için play tuşuna basıyor.

Günlük kulak kemirmesi vakalarına odaklanın mesela;

-soğuk kış günü akla gelen 'another day in paradise' şarkısına benzer bir melodinin beyni kemirmesi durumu.
-yalnızken duygusal melodilerin akla takılması
-herşey mükemmelken aptal melodilerle bir sabah uyanma durumu.

bunun gibi durumları çoğaltabiliriz. düşününce genel olarak, zıtlıkların yarattığı bir duygu bozukluğu var.
yansıması. böylece seçimlerini yapıp ilerde beynini kemirecek şarkıların temelini attık. ve de işte bir anda okulda, sınavda, toplantıda, otobüste gelebilecek ani 'ooou eei yeeah dirididi diii' melodilerine hazır olalım.

bu arada bu da benim aylardır kulağımı kemiren şarkı. şimdi nedenini bana sormayın.

16 Nisan 2013 Salı

behçet necatigil için


behçet necatigil türk şiirinin başına gelmiş en mükemmel ve usta şairlerdendi. bugun doğum günüymüş. orta okulda türkçe öğretmenim sevdirmişti bana kendisini. zaten onun da hocasıymış. hiç aklımdan çıkmaz. şiirlerini hep sigara paketlerine yazdığını anlatmıştı. sanırım bunun ne anlama geldiğini insan, çaresizliği yazma şevkiyle yenince anlıyor. 
bir de yıllar sonra cemal süreya'nın kendisi için yazdığı 'behçet necatigil şiirlerini nereye yazardı' dizeleriyle karşılaşınca sadece sigara paketlerine yazmadığını anladım.


behçet necatigil şiirlerini nereye yazardı

renksemez camgöz
hep arka pencereden baktı,
orada, oralarda sabah akşam
solgun ay altında kasımpatı
- nereye mi yazardı dizelerini
bir şey çıkmamış biletlerin kenarına yazardı.

bir kapı mı açılıyor
hemen menteşeye kayardı gözleri
küçük ev aletleri kerpeten mengene
giderek onda alışkanlık yarattı

- nereye mi yazardı dizelerini
ilaç kutularının üstüne yazardı.

yazısı 1928 yazısı
atatürk'ün elyazısı
ama sıkılganlıktan mı neden
fazlaca bastırılmış bir yazı

- nereye mi yazardı dizelerini
kağıt peçetelere yazardı.

çiğnediği sözcükler, ağzının kenarında
salya değil köpük halinde toplanırdı
ve zarif kemerini örtme duygusuyla
şal gibi aşağı akardı boyunbağı

- nereye mi yazardı dizelerini
plastikten oyuncakların üstüne yazardı.

koca barbaros'a karşın
beşiktaş biraz odur artık,
küçük bir oda versinler
kehribar yüzü öylece kalsın

- nereye mi yazardı dizelerini
tırnaklarının üstüne yazardı.

cemal süreya


sadece koklayacaktım



belki de en çok anlamsız gelen reklamlar parfüm reklamları. sattıkları şeyin kokusunu ekrandan veremedikleri   ya da tahmin edilebilir bir fikir yaratmadıkları için kendi alanlarında karizmatik sesli, siyah-beyaz, max. 30 saniyeyi geçmeyen tropikal ada merkezli işler çıkarırlar.
ben bu reklamın en çok renkli havasını sevdim. renklerini sevdim yani. keşke sıkınca da ruhuna renk katan parfümler yapsalar. hatta biz çevremizde olmasından rahatsızlık duyduğumuz insanlara sıkalım herşey yolun girsin.
belki beyin gücüyle değil ama koku gücüyle dünyayı ele geçirebiliriz. patrick suskind'in "koku" romanını hatırlayın mesela. baş karakterde ölmekten son anda kurtulup kokuyla herkesi yönetebiliyordu.
şimdi düşününce herkesin acayip bazı kokulara acayip zaafı olduğunu anlıyorum. ama bu kokuların tek bir özelliği var o da geçmişte kalmış olmaları. her şeyin bir kokusu vardır ve bazılarıyla tekrar karşılaşınca her duygudan daha fazla acıtır.





gündem gündem

aslında gündem ne olursa olsun bu sonuç hiç değişmeyecek. onlar yaptıkça penguen de her zaman efsane kapaklar yapmaya devam edecek.



15 Nisan 2013 Pazartesi

steve mccurry ne görürse.

ben popüler olana biraz yan bakıp küçük kardeşini tercih etme taraftarıyım. sanki biraz da bu benim kişiliğimin parçası. herkes en güzeline bakarken algılarını kapatır. zaten güzel ve en doğru gözüken ona sorgulatma ihtiyacı sağlatmaz. olduğunu gösterir. alıcı da alır.

bütün söylediklerimdeki amacım ünlü fotoğrafçı mccurry'nin şu afgan kızı çektiğini portre üzerine aslında. çünkü o harikaydı algılarımızı kapattık ve tamamen teslim olduk. zaten biz sormadan bize anlattı. bir de diğerleri var işte. onlar da en az en iyisi kadar önemli. bence en iyi diye birşey de yoktur. en anlamlısı vardır ve bu da içinde bulunan mekan ve zamana göre değişir. mesela bu:



meksika'da çekilen bu fotoğraf, afgan kız portresinden daha mı az güzel? değil. sadece daha az değerli. çünkü o fotoğraf o anı, o çağı o mekanı anlatıyor. savaş. bir fotoğrafçı ve sosyolog olan susan sontag da zaten şöyle demiştir: 'savaş, iç deşer; savaç bağırsakları boşaltır, savaş teni yakıp kavurur. savaş organları bedenden koparır. savaş yıkıp yok eder. ve savaş insan türünün doğasından gelir.'

fotoğraftaki fakirlik ise daha bir geniş zamanın eseri. böyle düşününce fakirliğin kabullenişliği savaşın yanında hiçbir şeymiş gibi. bir nevi öyle aslında. sonunda ölüm olsa bile belki daha yavaş daha ağır..

fotoğraflar üzerine konuşmayı çok seviyorum. seni sen yapan şeyler hep çocukken vardı aslında. çocukken bir resme bakıp uzun uzun dalardım ben. nedensiz. belki seslere dalsaymışım ya da daha iyi kulak kabartsaymışım bir müzisyen olabilirdim diye düşünür dururum. gerçi şimdi de bir fotoğrafçı değilim. ama içimde bir şeyler olabilirsin der bazen. herkes istediğini yapma özgürlüğüne değil de önce cesaretine sahip olsa herşey daha kolay olurdu tabi. cesareti somut gerçekler kaçırır. boşverelim bunları.

fotoğrafla ilişkilendirdiğim harika bir söz var. eski bir çinli devlet adamına olan xiong sheng'e ait.

"A the end of your life, it’s not going to matter how many breaths you took,but how many moments took your breath away."






ortalıktan kaybolmak üzerine

her insanın ortadan kaybolma sahneleri birbirinden eşsiz ve özeldir. kafasında geçer hepsi zaten. ben şimdi benimkini anlatmayacağım. çünkü her seferinde sonunda gerçekten kaybolasım geliyor. onun yerine ortadan kaybolma ile ilgili bazı gerçekler, yabancıların hani şu "fact" dedikleri şeyler söyleyeceğim:


  • ortadan kaybolmayı tetikleyen nedenler aranması ortadan kaybolanın muhtemelen götüyle güldüğü bir durumdur
  • bir dönem herkes lost'u izlerken en çok bu hissin yarattığı tarif edilmez isteği dindiremediğinden müptelası olmuştur.
  • richey edwards ortadan kaybolanların tanrısıdır. rock tanrısı.
  • kendini imha etmek ortadan kaybolucuların (artık o.k diye kısaltacağım) en nefret ettiği ve karıştırılmaması istediği diğer bir ortadan kaybolma şeklidir.
  • "beach" filmi o.k'cilerin cennetidir. yeryüzündeki diğer insanların da cennet olarak nitelendirebildiği ender yerlerdendir pek tabi.
  • christopher mccandless, yani 'into the wild' hikayesinin kahramanı maalesef başarısızlıkla anılır. ancak her o.k'ci bunu ibret olarak alır ve kendisine büyük saygı duyar.
  • o.k'cilerin çok tatlı ve kusursuz bir playlisti vardır. aralarında inanılmaz derecede farklı türlerden hoşlananlar olsa bile en az 20 ortak şarkıları vardır. 
  • türk o.k'ciler oğuz atay hayranıdır. "tutunamayanlar" onların kutsal kitabıdır.
  • o.k'ciler mesleklere göre ayrım insan yapmaz. ancak devlet adamları buna istisnadır.
  • tarihteki tüm anarşizm faaliyetleri, kişileri kendilerine ilham verir.
  • aslında hepsi korkaktır.
  • sloganları "ben buraya ait değilim"dir.
  • kutsal kitap yazsalar ilk kelimesi "kaçış" olurdu.
  • en büyük korkuları aşık olmaktır.
  • depresyonda değillerdir. sadece doğuştan öylelerdir.
  • bencillerdir.
  • çoğunlukla erkeklerdir.
  • parayı sevmezler. çünkü zamanında çok istemişlerdir.



out of time

dün blur'u adam akıllı 'think tank' albümü ile tanıyan nice benim gibileri tam kalbinden vuran, albümün harika şarkısı out of time'ın onuncu yıl dönümüydü.

ud sesini bilmeyen ya da burun kıvıran nice ergen bir zamanlar belki de bu şarkıyla fasılların vazgeçilmez kısa saplı çalgısına kulak verdiler. bizler maalesef hep batının doğrularınu baz alarak yetiştiriliyoruz. doğu ezgileri, kültürü belki yemeklerine bile hep bir mesafe koymuşuzdur. yadırgmışızdır. işte bu damon albarn denen adam ve arkadaşları doğu ezgilerini alıp bu kadar harika bir şarkı yapınca olanlar olmuştur. bir anda özümüze ait sesler olan bu şarkıyı yıllardır ilk beşimize aldık. çünkü artık bizden biri olmuştu. rakı masasında dinleyenden, aşk acısına derman arayana kadar herkesin. müziğin evrenselliğini seviyorum.