29 Haziran 2013 Cumartesi

affedelim mi?

İngilizler, Amerikalılar özellikle de -yahudiler- ve tüm dünyadaki yahudi lobisi şu anda birbirlerine bunu soruyordur. John Galliano 2011'de bir kafede otururken yan masadaki yahudi birine ırkçı ve dinini aşağılayıcı sözler sarfettiği için hem işinden olmuş hem moda çevreleri tarafından dışlanarak hayatının en zor zamanlarını yaşamıştı. rehabilitasyondaki günleri geçen hafta sonlanınca ünlü İngiliz televizyon programcısı Charlie Rose'un programına katılmış. samimiyetine sonuna kadar inandığım Galliano kendini çok da güzel ifade etmiş.



Dior'un yerin dibine sokarak kapının önüne koyduğu bu güzel adamın düşünceleri tabiki de kabul edilebilecek düzeyde değil. ama bizleri her zamanki gibi bir sanatçının düşünceleri ile işlerinin doğru orantılı olması gerekli midir sorusuyla başbaşa bırakıyor.

Bir yahudi ya da dini değerlere çok büyük saygı duyan biri gibi empati kurmak istiyorum:
Eğer modayı takip eden, gardırobumda Galliano'nun tasarımlarına yer vermiş biri olsaydım, Galliano'nun yaptığı talihsiz açıklamalardan sonra nasıl davranacağımı bilemezdim. bu bilinmemezlik süreci kendime olan saygımı sınamak anlamına gelirdi biraz. çünkü bir noktadan sonra ölene kadar ilke edindiğin değer yargılarını, yaptığı işte çok başarılı olsa da eninde sonunda para kazanmak olan birisinin düşüncelerine yenik düşürmek olarak algılıyorsun. o senin inançlarına saygı duymayacak şekilde aşağılayıcı açıklamalarda bulundukça sen alttan almayı deniyorsun. sana tamamen zıt düşüncedeki insanlarla kurduğun empatinin aynısını onun da kurması gerektiğini düşünüyorsun. ama o zaten düşüncelerini açıkça belirtmiş. sana da bir noktadan sonra da cephe almak düşüyor.

işin diğer ucunda ise, Galliano'nun defalarca ciddi olmadığını hatta hatırlamadığını söylediği açıklamalar var. Bir kızgınlık anında ağızdan çıkan, kimseyi hedef almayan sözler olduğunu düşünmemezi istiyor. bu talihsiz açıklamaları şaheser nitelikteki tasarımlarına da yansıtmadığı bir gerçek..

izlediğimiz video ile samimiyetine sonuna kadar  inandığım, kocaman kalpli bu adamın üzerine daha fazla gidilmesin. bir an önce eski psikolojisine dönsün.


28 Haziran 2013 Cuma

Aronofsky sineması ve Noah

The Fountain gibi şaheser olmuş bir filmi sinemada en iyi arkadaşımla izlediğim için kendimle gurur duyuyorum. insanlar birşeyler başardıkları zaman onunla övünürler. ben de gelmiş geçmiş en güzel filmlerden birini büyük bir sinema salonunda izleme fırsatına erişmekle övünüyorum. övgüleri sadece izleme aksiyonuna dayandırmaktan çok, izledikten sonra bambaşka biri olduğum için kendime yakıştırıyorum.

Yekta Kopan bir röportajında demişti ki "bir sanat eserini bitirdikten sonra üzerinde tekrar tekrar düşünmeye itiyorsa sizi o gerçek bir sanat eseridir." Sayın Kopan'dan başka belki yüzlerce insan buna benzer cümleleri tekrarlamıştı. ama ben o röportajı okuduktan sonra aydınlanmıştım. benim de herkes gibi hayatına damga vuran sanat eserlerim vardı. Van Gogh çizmiş, Jim Morrisson söylemiş, Süreya yazmış, Aranofsky çekmiş banane! artık o eserler onların değildi. artık benimdi. gerisi teferruat..

Darren Aronofsky, bir döneme damga vuracak bir sinemacı olduğunu daha ilk uzun metrajlı filmi Pi ile kanıtlamıştı. az laf çok iş yönetmeni olduğunu eşssiz kurgu, ışık ve kameranın ustaca kullanımıyla gösterdiğinde herkes 'bak bir de böyle birşey var' diye birbirine izletivermişti.



herkes kendince Aronofsky'nin dilini empoze edebilirdi ya da eleştirebilirdi. saygı duyulur. ama benim için olay biraz daha farklıydı. tüm bilinmezlikler içinde imkansızlıkları bu kadar güzel işleyen bir insanı göz ardı edemezdim. diriliş, çaresizlik, oluruna bırakma, başkaldırı, meydan okuma sonra da ölüm.. filmlerindeki genel işleyiş akışı da hemen hemen buna benzerdi. her sinemacının bir dili vardır. usta eleştirmenler ekranın karşısına oturmadan önce neler olacağını kestirir. Aronofsky de kendi dilini büyüleyici yapan bazı teknikleri ustaca kullanıveriyordu aslında. basitçe ve büyüleyici. filmlerinin de en önemli özelliği, izledikten sonra sizi düşüncelere itmesiydi. tıpkı gerçek sanat eserlerinin sahip olduğu yegane özellik gibi.


çünkü herşeyi kuralına ve estetik değerler bazında mükemmelliğe oturtmasının yanında bir de çok az insanın fark ettiği bir özelliği vardı: varoluşa karşı başkaldırı. karakterlerinin sahip olduğunu en önemli özellik; bir amaçlarının olmasıydı. bu amaçlar uğruna kimi zaman doğayla kimi zaman tanrıyla kimi zamanda asla yenemeyeceğini düşündüğü insanlarla savaşıyorlardı. sonuç ne olursa olsun bu savaş içinde geçenler, karakterlerinin verdiği kararlar kendi kaderlerini etkiliyordu. öyle güzel acı çeken karakterlere dönüşüyorlardı ki acıyı seviyorduk. tek kurtuluşun ölümle olacağına inanıyorduk. her zaman da inanacağız.

Black Swan'dan sonra Noah (Nuh'un Gemisi) ile sinemaya döneceğini bildiğimiz bu güzel insanın setinden birkaç fotoğraf yayınlanmış. Dinsel öğeler, varoluş, kader ve mitolojinin birlikte işleneceği hikayeyi merakla bekliyorum.






27 Haziran 2013 Perşembe

yeezus fazla bi'şey !?

gündemden düşmek ya da gündeme hiç gelmemek işte bütün mesele bu değil mi? bugün yine neler yapamadım, neleri kaçırdım diye aklımdan geçirirken aylardır tüm dünyada beklenen Kanye West'in altıncı ve son albümü 'Yeezus' u dinlemediğimi fark ediyorum. amerikalı paparazzi patronlarının yakıştırmasından mıdır yoksa 'dış mihrakların' oyunu mudur, birkaç hafta öncesine kadar ünlü modacı Ricardo Tisci ile adı çıkan West, cevabını Yeezus'a saklamış olmalı. Pitchfork başta olmak üzere bir çok müzik otoritesinin bu yetenek abidesi adamın son harikasına on üzerinden ortalama dokuz verdiklerini düşününce zaten albüme başlar başlamaz kafamı kıracak korkusuyla yaklaşıyorum. ben evhamlı bir adamım. güzel müzikten hem utanırım hem de yersiz şüpheler duyarım. ama bu kez fazla direnmeden teslim oluyorum diyecek kadar mütevaziyim. al West şu odunu kır kafamda.


kırsın çünkü, albüm hakkını verecek kadar konuşulmaya değer. müzik otoritelerin olumlu veya olumsuz düşüncelerini bir kenara koyup yaklaşmak bir kere temiz kafayla değerlendirmenin ilk koşulu. bu raptir, hip hop'tur deyip önündekini itelemek de Yeezus ile maalesef çağa ayak uydurmamayı göze almak demek oluyor. ben mesela yıllardır rock müzikten başka bir şey dinlemedim. rock'ın her türlüsüne kapımı açtım. sonra ne oldu? hiç bir şey. sığ bir müzik düşüncesine sahip olmak kadar yorucu başka bir şey olamaz. ister sırf rock dinle ister sırf arabesk. bu böyle bir kalıptır. ön yargılarını bir kenara bırakınca albüme zaten rap ya da hip-hop diye yaklaşmıyorsun.

Daft Punk prodüktörlüğünde yapılan ilk şarkı "on sight" ile zaten bu belli oluyor. üçüncü şarkı "i am a god" ile neler olduğunu anlamaya çalışman çok sürmüyor. West bir nevi kendini zaten tanrı ilan etmiş. şarkıda geçen; "i just talked the jesus, he said what up jesus" sözleri ile hem güldürücü hem de düşündürücü. John Lennon'ın zamanında The Beatles için söylediği "we're bigger than jesus" ile karşılaştırılabilir nitelikte. (Pitchfork da buna benzer bir görüş içinde zaten)
teker teker bütün şarkıların analizini yapmak bana düşmez. West'in kalitesi zaten albümü dinleyince neden güzel olduğuna dair sizden savunma istemiyor. bu çünkü seveni ya da tam tersi; nefret edeni koyu bir idea değil. deneysel beat tarzı ile yabancıların "catchy" dediği; akılda kalıcı sound'ı yarattığı bir gerçek.
belki tam olarak hit çıkan bir parça yok ya da 11 şarkının hemen hemen hepsinde vurucu nakaratlar yok. zaten bizleri de şaşırtan bu. bir nevi popüler müziğin tam ortasında tüm evreni işgal etmişken, nasıl olur da nakarat veya hit olarak aklımızı alan bir parça yok dedirtmesi. random access memories ile kıyaslandığından sınıfta kalacağı da bu bakış açısına bağlı.(yılın albümü açısından karşılaştırdım) birden fazla dinledikten sonra benimsenecek, futuristik ve deneysel bir sound bu. klasik seks, para, zenciler ve sadakat ile alakalı dizelerin de rap tabanına olan saygı da varlığını sürdürmesi de bana göre anlamsız ve içi boş sözler.

genel çerçeveye geri dönersek herkesin ortak paydada birleştiği noktanın şu zamana kadar dinlediğimiz tüm rap albümlerinden Yeezus'un farklı bir yerde durduğu. birden çok başarılı müzisyen ve prodüktörlerin iş birliğiyle yapılmış bu albüm, eğer çağın müzik anlayışını bulmaya yönelik bir çalışmanın ürünüyse herkesin takdir etmesi gerekeceği de bir gerçek.

tabi bir de rap lobisi bu işe ne diyecek merakla bekliyoruz...

24 Haziran 2013 Pazartesi

sinemada plak fetişizmi

High Fidelity'de Rob Gordon kız arkadaşından ayrıldığında düştüğü boşluğu, plaklarını tekrardan düzenleyerek atlatmaya çalışıyordu. Genellikle ayrılık sonrası kendine meşgale bulma seansları pek renkli geçer. Erkeğin kendini kötü hissettiğinde anne karnına dönmeyi isteği gibidir bir nevi. dizleri karna çekip cenin pozisyonunda kımıldamadan saatlerce yatmak ilk evredir zaten. günler geçip biraz normale dönmeye başlayınca çiçek yetiştirme ya da kediyi köpeği traş etme faslı çıkar. arabası olan arabasını yıkar, delirmişcesine temizler.

benim gibi müzikle epey meşgul tipler de Rob gibidir. Plak veya albüm kayıtlarını düzenlerken hayatını sorgulama başlar ve kendini daha iyi tanıma fırsatı bulur. Zaten kayıtları alfabetik mi, kronolojik mi yoksa Rob gibi otobiyografik mi sıralayacağım derken kafa epey dağılır. Bir süre sonra sadece her ayrılık anlarından sonra değil, hayatın ne zaman bir çıkmaza girse kendini albümlerinle oyalarken buluverdiğini farkedersin. bu hal fetişizme kadar gider. Elinde çevirdiğin plakların kapak fotoğrafı, kokusu ona sahip olmaya yetecek kadar elzem bir nedendir. İşin çığrından çıkmaya başladığını, bir albüme ait birden fazla kopyaya sahip olduğunda ya da aylar/yıllar boyunca beklediğin plakların bir şekilde piyasaya düşmeye başladığında ona sahip olma isteğiyle titrerken bulursun kendini. Çünkü sahip olduğun en değerli şeyler artık onlar olmuştur ve bilirsin ki sen istemeden asla terk etmeyecek. Senden başka kimse onlara dokunamaz ya da yerini değiştiremez.

Sinemada da özellikle High Fidelity, Almost Famous ve Diner'ın başını çektiği, plaklara dair bazı sahneler kült statüsünde yer alır. Oyunculuk, teknik değerlendirmeler vesaire hepsi bir kenara sahnenin inandırıcılığı, müziğin, tüm o plakların sahip olan üzerinden yarattığı hazzı görebilmek eğlenmeye yeterlidir.

karşınızda sinema tarihinde albüm ve plaklara dair en özel sahneler:

1. High Fidelity (2000)
...It's comforting



2. Diner (1982)
 Steve Guttenberg plaklarının yanlış dizildiğini görünce kafayı yiyor.



3. Shawshank Redemption (1994)

.

4. A Clockwork Orange (1971)
Malcolm Mcdowell iki genç kızı plak dükkanında ağına düşürmeye çalışıyor.

 

5. Control (2007)

6. Happily ever after (2004)

 

7. Pretty in Pink (1986)
Jon Cryer'ın dans sahnesi tarihte her zaman saygıyla hatırlanacak.



8. Empire Records (1995)



9. High Fidelity (2000)



10. Almost Famous (2000)
 "I always tell the girls never take it seriously. If you never take it seriously you never get hurt. If you never get hurt you always have fun. And if you ever get lonely, you just go to the record store and visit your friends."




11. Human Traffic (1999)

21 Haziran 2013 Cuma

korkuyu beklerken

25 gündür sanata dair ne varsa bir kenara bıraktım. okuduğum kitapları yanımda taşıyorum ama iki sayfadan öteye de gidemiyorum. dinlediğim müziklerin içinde kendimi kaybedersem sosyal duyarlılığımı yitirmiş gözüyle bakılacağından utanıyorum. uyuyunca suçluluk duyuyorum. bir kere içimize ateş düştü. o ateşin sönmesine izin veremeyiz. herkes böyle. herkes kabuğundan çıktı ve soran insanlar haline geldi. hele de tüm hayatının bir yokuşta yuvarlandığın hissediyorsan daha da beter...

hayatının son 25 gününü öncesi ve sonrası olayları olarak ayrımak bir noktadan sonra senden başka kimseyi üzmez. ne salakmışım diye hayıflanmak işe yaramaz. ama ismini bilmediğin ya da kakofonik olarak kulağa çirkin gelen isim veya terimlerin artık bambaşka anlamlar içerdiğini görünce yaşadığın bilinçlilik duygusu, özgürlük deyince yaşadığın derin ürperti var ya... kitaplardan, filmlerden, müziklerden ileri gitmenin bir başka boyutu hepsi. ya sonrası diye düşünürken şimdi ölme ihtimalini göze almak hepsi. o bunu demiş ama yapmamış, bize samimi insanlar lazım, hepsi yalan gözümle görmeden inanmam demek hepsi..

yaşlı bir amca otelin lobisinde normalde 5kişi oturması gereken koltuğun aşırı kapasitesine sığınarak köşesinde başını istemsizce eğmiş. uyuyor. saat 04.54. bir kız italya'dan gelmiş bir gazeteciyle italyanca konuşuyor. arkamdaki diğer koltukta uyuyan biri aniden uyanıp etrafı anlamsızca süzerken kucağında yatan kız arkadaşının başını okşuyor. az ilerde duran tekli koltukta yarı baygın halde kulağında kulaklıkla oturan adam soruyor: mete sokak nerede? birisi taksim'de diyor. neden? gözaltılar başlamış. polis tuttuğunu götürüyormuş. hep bir ağızdan 'Allah belalarını versin!' uzandığım halının üzerindeki motiflere dalıyorum. günlerdir uykusuz ve açım. ama bu öyle bir açlık değil. hani bir kere tadından bahsedip ağzınızı sulandırırlar ya onu elde etmek istersiniz. bir kez ısırayım, yiyeyim. ağzıma tadını bilemediğim şey geliyor yine de. ayakkabılarımın çamurlarına aldırış etmiyorum bile. aslında manyağım ben. bir spor ayakkabı manyağı olarak bırak çamuru ufak bir toz olsun dünyayı yıkardım normalde. baretimi yastık yapıyorum. allahım nolur bir saat uyuyayım. bir saat uyursam en az altı saat daha ayakta kalırım.

bulutlara bakmak dünyayı unutmak demektir. polisler, o kötü insanlar acaba hiç bir ağacın gölgesine yatıp bulutları izlemişler midir? bizi zorla çıkardıkları parkın içinden gelen dozer seslerini duydukça sinirlerim bozuluyor. dünyayı unutmaya ihtiyacım var. bulutlara bakmaya. geleceği düşünmeye. olmuyor.. şimdi olmazsa ne zaman? allahım sen bize sabır ver. yazıktır, bulutlar adam öldürmesin...

An gelir,
önce bir insan durur
sonra bir sokak
derken bir semt
ve bir şehir…
Bir bakmışsınız
paldır küldür yıkılır bütün bulutlar...

"Attila İlhan"