27 Mayıs 2013 Pazartesi

success is happiness ?

Belki de mutlu bir ilişki ya da sahip olmayı düşlediğin ev, araba. çocuk? çok özel ve büyüük bir plak koleksiyonu?
neden olmasın. bunların hepsi hem mutluluk hem de başarı olabilir. ama önemli olan, istediklerine ulaşmayı başardığın için mutlu musun yoksa mutlu olduğun için mi başarılısın.

Tory Burch moda dünyasını t-logolu ayakkabılarıyla kasıp kavururken bize de 46 yaşındaki bu kadının başarısını takdir etmek düşer. forbes'in dünyanın en güçlü 100 kadını listesine giren bu mütevazi insanın başarıya ulaşmadaki bazı noktaları paylaştığını belirtelim:






1. Tutkularını takip et.
2. Başkalarına kulak asma
3. Doğru insanları doğru pozisyonlara yerleştir.
4. Güçlü ilişkiler yarat
5. Büyük düşün.
6. Samimi davran
7. Sabırlı ol.

Türk girişimcileri ve moda dünyasının patronlarını düşününce özellikle kendimize de 3. öneri hakkında büyük bir özeleştiri yapmamız gerektiğine inanıyorum. maalesef birisi bir işi iyi yaptığında o iş hep onun üzerine kalıyor. hatta o işin sorumluluğu başkasında olsa bile. şimdi hep böyle birini düşünün. sorun çözen, ekip yönetebilen, kriz anlarında sorumluluk alabilen. işte o kişiler şirketin jokeri. belki şirketi kurtarır o gün ama kariyerini asla.
Tory Burch'un dediği gibi, başarı hileli bir kelimedir.

(kaynak: http://www.forbes.com/sites/moiraforbes/2013/05/22/billionaire-tory-burchs-seven-lessons-for-entrepreneurs/)



18 Mayıs 2013 Cumartesi

ian kurtuldu. punk öldü. hiçbir şey eskisi gibi olmadı.


bana en iyi yapabildiğin şeyi yap deseler, oturur biraz joy division dinlerim. joy division'ı anlatmak için ian curtis'i anlamak gerekiyor. ian curtis bambaşka biriydi. post-punk denilen büyük akımın öncüsü bu adam epilepsi ile mücade ettiği hayatında bir yandan ara sokak barlarında parlamış kendini aşk üçgeninin ortasında buluvermişti. 
tüm hayatına manchester sokakların 'nefret' yazan bir ceketle meydan okuyup, insanların kafalarındaki yaşadıkları karışıkları içinden geçen delüzyonlarla "atmosphere" gibi inanılmaz bir şarkı yazarak ifade etti. 

18 mayıs 1980. ian, iggy pop’un “Idiot” albümünü dinledi. kullandığı ilaçlar alkolle karışmış, hayatını hep yaptığı yanlışlarla sorguluyordu belki de. en sevdiği yönetmen werner herzog'un kendi hayatından paralellikler taşıyan "stroszek" filmini seyretti sonra. film, hapisaneden çıktıktan sonra kendine yeni bir hayat kurmak için amerika'ya gitmeyi hedefleyen, sonunda intihar eden birinin hazin sonunu anlatıyordu. ian da bir gün sonra joy division ile amerika'ya turneye çıkacaktı. belki sonunu gördü. belki korktu. belki daha fazla düşünmemeyi tercih etti. 
belki de hayatında en büyük sorunları yaşatmış epilepsi krizleri, karısıyla erken yaşta yaptığı evliliğin yarattığı sorunları, yeni doğan çocuğunun sorumluluğunu, yaşadığı evlilik dışı ilişkinin yaşattığı suçluluk duygusunu son kez aklından geçirdi. sonra.. sonrası ölüm işte.

ian curtis sıradan bir insandı aslında. o çok normaldi; karısı deborah curtis tarafından yazılmış 'touching from the distance' isimli biyografisinini okurken, sanırım en çok bu normalliğine şaşırdım ben. mesela eşini kuzeninden bile kıskanıp dans etmesine izin vermeyen normal bir adammış. fabrikada çalışırken bunun başına gelen en güzel şey olduğunu; çünkü hayallere dalacak tonla zaman yarattığını söyleyecek kadar iyimser ve normal bir adammış. david bowie'nin all the young dudes şarkısında herkesin 25 yaşına gelmeden intihar etmesi gerektiğini söyleyip kendisinin 25'in üzerinde olduğunu tespitini yapacak kadar normal ve 23 yaşında canına kıyan bir adammış.

kimse kimseyi öldüğü için suçlamamalı. ama ölüm kimine göre bir ceza kimine göre adalet kimine göre bir kurtuluş. ian curtis, ölmeden önce bıraktığı notunda artık hiçbir şeye dayanamadığını söylemiş. 

ian kurtuldu. 
punk öldü. 
hiçbir şey eskisi gibi olmadı.








14 Mayıs 2013 Salı

brit pop, oasis ve doksanlar müziği

altı üstü doksanlarda ve ikibinlerin başında dile dolanan birkaç marjinal şarkı. mesela wonderwall, animal nitrate, everyday is like sundays, parklife, yellow... şimdi saymaya başlayan bu yazı bitmez.

bana göre brit pop müzik dünyasında çağın başına gelmiş son bir akım. son diyorum çünkü aradan on sene geçmesine rağmen müzik dünyası birkaç güzel insan dışında üzerine hiçbir şey koyamadı. brit pop, seksenlerde ve öncesinde yaşanan onca hır gür, sefalet, asilik ve siyasi karmaşalardan sonra ingiltere'den başlayarak dünyaya yayılmış tatlı, enerjik ve neşe dolu bir müzik akımıydı. bir nevi plaseboydu. sonsuza kadar yaşarım, sensiz olamam, dünyanın sonu benim ellerimde, tapılmak istiyorum gibi türlü basit ve aşk dolu anlamlı nakaratlardan türetilmiş parçalarla birçok ingiliz grup bizlere müzikal anlamda müthiş bir ziyafet çektirdi. the beatles'dan başlayıp the stone roses'a ve oasis'e uzanan bu renkli ve bol aksanlı müzikal ziyafeti yakaladığım için öyle mutluyum ki. belki biz bile john lennon'ın söylediği o muhteşem
'there is nothing conceptionally better than rock'n roll.' sözleriyle başlattığı 60 ve 70'lerin renkli ve asi akımını yakalayamadık ama; kendime has bir tarzımız oluştu. yırtık jean ve converse'lerimizi deri ceketlerle tamamladık. trainspotting izledik. chuck palaniuk okuduk. olduğumuzdan daha havalıydık. hala öyleyiz.

oasis benim en sevdiğim gruptur mesela. puslu bir bahar akşamı saçma ergenlik triplerindeyken wonderwall'ı dinleyince isa'yı görmüş havariler gibi yüzüme nur inmişti. insanın hayatında hiç unutamadığı anlar vardır ya hani. işte bir tanesi de oasis ve benim aramdaydı. sonra bir çırpıda dinleyip taptığım 'definitely maybe' albümü hayatımın baş ucu albümü oluverdi. hatta 'live forever' hayatımın en mutlu anlarının şarkısı olarak kayıtlara geçti.

konu ben değil aslında; nme geçen gün okuyucularına gelmiş geçmiş en güzel 20 britpop şarkı oylaması yaptırdı. listede blur'dan, suede'e jarvis cocker'ın pulp'ından coldplay'e birçok harika isim vardı. birkaç gün süren oylama sonucunda benim de katkımla 'live forever' birinciliği aldı.

ben müzikal olarak hayatımın en doyurucu anlarını yaşıyorum. ileride ne olur bilemem ama çocuklarıma ileride oasis albümlerini istemeseler de kafasına vura vura dinleteceğim.



tüm liste ise burada:


1. Oasis - 'Live Forever'
2. Oasis - 'Don't Look Back In Anger'
3. Oasis - 'Supersonic'
4. Oasis - 'Cigarettes & Alcohol'
5. Oasis - 'Wonderwall'
6. Pulp - 'Common People'
7. Suede - 'Animal Nitrate'
8. Blur - 'Girls & Boys'
9. Suede - 'Trash'
10. Blur - 'The Universal'
11. Blur - 'To The End'
12. Blur - 'Parklife'
13. Suede - 'The Drowners'
14. Blur - 'End Of A Century'
15. Pulp - 'Disco 2000'
16. Pulp - 'Sorted For E's & Wizz'
17. Supergrass - 'Alright'
18. Pulp - 'This Is Hardcore'
19. Blur - 'For Tomorrow'
20. Suede - 'The Wild Ones'



http://www.nme.com/news/oasis/70284?utm_source=twitter&utm_medium=social&utm_campaign=dpmag

9 Mayıs 2013 Perşembe

AVM'ler istemeyiz







insan kendini bir yere ait hissetmeli. eğer bir yere ait hissetmezse o yeri ondan alırlar. insan kendini bir yere ait hissetmeli ki; simon & garfunkel şarkılarından barış manço' şarkılarına  geçerken anıları gözünde canlandığında ait hissedilen yerlerin kokusu burnunu sarsın. sokakların loş ışıkları altında öptüğü ilk insanın dudaklarının tadını hatırlamaya çalışsın. 

benim için hikayelerin en güzeli, savunduğun davalar için ölüme bile gitmektir. söylediklerinin arkasında durmaktır. daisy vardı birkaç ay öncesine kadar. barlar sokağının oralarda yaşayan bu paspal ve sevimli sokak köpeğinin bir gün zehirlendiğini öğrendik. hemen arkasından sokak sakinlerinin dilekçesi gereğiyle tekellerin akşam 10'dan sonra kapatılacağını. sokakta sakin sakin içmenin imkansız olduğu zaten geçen yaz tüm barlar sokağını kaplayan ekip arabalarının parlak mavi-kırmızı ışıklarından anlar olmuştuk.

konuyu sadece spesifik bir bölge ile sınırlandırmaktan öte tüm kadiköy'ü ilgilendiren asıl olaya değineceğim. kuşdili çayırı olarak geçen, eski salı pazarı ve şimdilerde otopark olan alana kocaman ve çirkin bir avm yapılması gündemde. Kadıköy Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürü Erol Özyurt, Eski Salı Pazarı’na yani Kuşdili Çayırı’na AVM yapılabilmesine izin veren planın İBB Meclisi’nden geçtiğini ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandığı bilgisini verdi. Karar ile 3. derece SİT alanı olan yerlere bu tür yapıların yapılmasına izin verildiğini anlatan Özyurt, “1/5000 ve 1/1000’lik planlar, 16 Ocak itibariyle İBB tarafından askıya çıkarıldı. 16 Şubat’a kadar askıda kalacak. Ancak bu planlar Kadıköy Belediyesi’ne 28 Ocak günü saat 17.00’de ulaştırıldı. Belediye olarak itiraz etme ve dava açma hakkımız bulunuyor'' dedi.

tüm kadiköy esnafının da belediye ile ortak çektiği videoyu izleyin ve change.org'daki imza kampanyasına sizler de destek verin.




6 Mayıs 2013 Pazartesi

yalnızlık üzerine


  • yalnızlık herkese mahsustur.
  • yalnızlık 'cool' bir kavram değildir. o doksanlarda kaldı.
  • yalnızlık kaybedilmişlik de değildir. 
  • yalnızlık bir dönemdir.
  • özdemir asaf'ın dediği gibidir; 'dışından anlaşılmaz.'
  • sessizlikten korkmak yalnızlıktan olur bir tek.
  • yalnız olmak biraz da darth vader olmaktır. 
  • yalnız kahramanlar daha güzeldir. hikayeleri daha acıklıdır.
  • batman yalnız çizilmiştir tutmayınca hikayeye robin ile eklenmiştir.
  • yalnızım dostlarım yalnızım yalnız ne kadar güzel bir şarkıdır.
  • her kafa dinlemek bir yalnızlıktır aslında.
  • sırf yalnız kalmak için bazen kaleye geçersin.
  • dünyanın en mükemmel şairleri, yazarları yalnızlık üzerine bir şeyler karalamış olanlardır. cemal süreya, orhan veli, aldous huxley, elvis presley, oruç aruoba gibi.
  • kabullenmesi en zor şeydir. ölümle yarışır.
  • seçim değildir. seçmek zorunda bırakılandır.
  • en kötüsü de ne duvarlarla konuşmak ne de tek yemek yemektir. yalnız uyumaktır.
  • sonunu düşünen yalnız olamaz.
  • yalnız kalamayacak kadar ruhunu satan zavallılar hep olacaktır.
  • sloganı 'aslında hepimiz yalnızız' olabilir.
  • hiçbir şeye zaman kalmamasıdır biraz da.




istediğin herşeye sahipsindir ancak yine de kaybedersin.

"i started at the top and worked down" sözleri 25 yaşında Citizen Kane gibi efsanevi bir film çeken yönetmen, yapımcı, dahi Orson Welles'e ait.

orson welles hayatın neresinde olursa olsun kendini ifade etme ve nasıl bir kişilik olduğunu gösterme konusunda hiç çekinmedi. iki yaşında okumaya başlamış, yedi yaşında ilk kez piyano çalmış ve yirmili yaşlarının ortasında dünyanın en iyi filmi olarak kabul edilen citizen kane'i çekmiş bir adamdan bahsediyoruz.

ancak kendisine dair beni etkileyen şey; ne çektiği filmler, kullandığı teknikler, aldığı başarılar ne de döneme damga vurması olmuştur. welles büyük bir sinemacı olmadan önce onca ayrı işte çalışmış, tiyatrocu olmuş, radyoda programlar yapmış hatta sihirbaz gösterileri bile sergilemiş. hepsinden büyük hazlar almış ve başarılı olmuş. dünyaya dahi olarak gözlerini açan bu adamı hollywood bir şekilde gözden gelememiş. o da sanatın en büyüğü dediği sinemaya tutku ile bağlanıp yine en iyisini yapmıştır. zamanında kullandığı ışık, kamera ve kurgu tekniği sinema dünyasına çağ atlatmıştır.

welles'in daha sonra büyük kayıplar ve düşüşler yaşayarak gözden kaybolduğu yıllar sistemin asi çocuğu olmasından kaynaklanıyor desek yanlış olmaz. o muhteşem geçen yirmili yaşlarından sonra hiçbir zaman yurttaş kane kadar başarılı filmler yapamadı. hikayelerini istediği gibi kurgulayamadı. hatta birçok kez istediği kaynaklara ulaşmak kendini kötü bir yapımın yardımcı karakteri olarak buluverdi. hollywood çok zalim bir yer. godard ve bergman gibi sistemin içinde kalıp istenilenleri gerçekleştiremezsen istediğin kadar harika çocuk ol harcanırsın. tabi burada yıllardır welles'in gelmek istediğ noktaya ulaşmak için uğraşan insanların bu harika adamın başarılarını kıskanması ve kuyusunu kazmasının etkisi de var.

tarihte ayrımcılığa, tek bir yapı olmanın dışında kalan büyük bir çatlak olmaya karşı yüzyıllardır uydurulmuş harika bir söz vardır:

'ya bizdensindir ya da onlardan.'

incil'den, george orwell'e beauty and beast'ten mussolini'ye kadar birçok önemli kişilik ve eserin yazarları tarafından benzerleri dile getirilmiş bu söz welles için de geçerli olmuş. filmin ana karakteri kane'in hikayesi de öyledir zaten. istediğin herşeye sahipsindir ancak yine de kaybedersin. tam olarak öyle bir adamdır kane. sonunu kendi yazacak kadar zeki ve kaynaklı bir adam olsan da doğruları söylemek seni bizden yapmaz. eninde sonunda kaybeden olursun.

1915'te bugün dünyaya gelen orson welles için.


3 Mayıs 2013 Cuma

bir önceki neslin bir sonrakine yaptığı eziyet

hayatın farkındalığını anlatan harika bir söz vardır: "mesele ne olduğu değil, nasıl sunduğun."

hatta bu sözü açıklayan çok güzel bir hikaye de vardır. belki bilirsiniz; joshua bell adında adamın biri, dünyaca ünlü kemal ustasıdır. önce washington metrosunda elinde 35 milyon dolarlık kemanla yaklaşık bir saat çalıp ortalama 38 dolar kazanıyor. olayı gösteren videoda insanlar metronun bir köşesinde öylece oturmuş kendi başına resital yapan bu adama pek de aldırmıyorlar. hoş zaten kim olduğunu bilmeden yapılıyor bu olay. daha sonra ise, akşam bu adam biletleri en az 100 dolardan satılan bir salona çıkıp çok güzel bir konser veriyor. insanlar ayakta alkışlayıp dakikalarca hayranlıklarını kendisine gıpta eden gözlerle sunuyorlar.

bu adamın metroda kim olduğu söylenseydi nasıl bir ilgiyle karşılaşırdı acaba. belki de biletlerini aylar öncesinden alan, konseri izlemek için şehir dışından gelen insanlar apar topar metro istasyonuna hucüm ederlerdi.  işte böyle bu işler. insanlar neyin nasıl olduğunun farkına varmak için hep başkalarının fikirlerine değer veriyorlar. çünkü hepimiz toplumun bir parçasıyız. bu doğamızda var. eğer yanlış bir fikir söylersem toplumdan atılırsam korkusu var. aynılaşmanın getireceği huzurdan mahrum kalmak falan işte..




bir nevi justin bieber'ı sevmek gibi. arkasında yüksek gökdelenlerin birinde büyük bir masada oturup bieber gibi oyuncakları parmakla seçip insanların beynini yıkaması için 'doğru zamanda doğru yerde' olmasını sağlayan birilerinin olduğunu düşünüp dinlemek, ona rağmen sevmek gibi. kapitalizmin basit oyunlarından biri olduğunu bilmek gibi. her gün televizyon, internet ekranlarında görüp yüksek dozda popüleritesine maruz kalmayı kabullenmek gibi. sonra da işte bilindik şeyler. çığlık atmalar, bayılmalar, krizlere girmeler falan.

bak zaten bunlar nesillerdir olan şeyler. the beatles amerika'ya ilk kez gittiğinde neler olmuştu siz biliyor musunuz? mesela o sırada içinden türkiye'ye gelseler deli çıkacağım diye düşünen şu zamanın anne babalarına soralım mı. kesin buluruz birilerini.

ben eğer insanlar dinlediklerinden zevk alıyorlarsa istediklerini yapsınlar demokrasisindeyim. ama önemli olan tek bir soru var:
bieber, müziğinden zevk alınacak, 'it's bigger than jesus' gibi acayip iddalı sloganlara maruz kalacak, beatles, rolling stones, michael jackson veya madonna gibi çılgın yetenekli starlarla karşılaştırılacak kadar dolu birisi mi? eğer değilse gidip o gençlerimizi clockwork organge'daki alex'in gittiği programa yazdıralım. saatlerce beyinlerini yıkayalım. 'normal' biri olmalarını sağlayalım.

belki de ne kadar kaliteli olduğunun o kadar önemi yok. dedik ya; mesele ne olduğu değil, nasıl sunduğun. bir şekilde bizi büyülecek bir yol buluyorlar. yapacak çok bir şey yok.