The Fountain gibi şaheser olmuş bir filmi sinemada en iyi arkadaşımla izlediğim için kendimle gurur duyuyorum. insanlar birşeyler başardıkları zaman onunla övünürler. ben de gelmiş geçmiş en güzel filmlerden birini büyük bir sinema salonunda izleme fırsatına erişmekle övünüyorum. övgüleri sadece izleme aksiyonuna dayandırmaktan çok, izledikten sonra bambaşka biri olduğum için kendime yakıştırıyorum.
Yekta Kopan bir röportajında demişti ki "bir sanat eserini bitirdikten sonra üzerinde tekrar tekrar düşünmeye itiyorsa sizi o gerçek bir sanat eseridir." Sayın Kopan'dan başka belki yüzlerce insan buna benzer cümleleri tekrarlamıştı. ama ben o röportajı okuduktan sonra aydınlanmıştım. benim de herkes gibi hayatına damga vuran sanat eserlerim vardı. Van Gogh çizmiş, Jim Morrisson söylemiş, Süreya yazmış, Aranofsky çekmiş banane! artık o eserler onların değildi. artık benimdi. gerisi teferruat..
Darren Aronofsky, bir döneme damga vuracak bir sinemacı olduğunu daha ilk uzun metrajlı filmi Pi ile kanıtlamıştı. az laf çok iş yönetmeni olduğunu eşssiz kurgu, ışık ve kameranın ustaca kullanımıyla gösterdiğinde herkes 'bak bir de böyle birşey var' diye birbirine izletivermişti.
herkes kendince Aronofsky'nin dilini empoze edebilirdi ya da eleştirebilirdi. saygı duyulur. ama benim için olay biraz daha farklıydı. tüm bilinmezlikler içinde imkansızlıkları bu kadar güzel işleyen bir insanı göz ardı edemezdim. diriliş, çaresizlik, oluruna bırakma, başkaldırı, meydan okuma sonra da ölüm.. filmlerindeki genel işleyiş akışı da hemen hemen buna benzerdi. her sinemacının bir dili vardır. usta eleştirmenler ekranın karşısına oturmadan önce neler olacağını kestirir. Aronofsky de kendi dilini büyüleyici yapan bazı teknikleri ustaca kullanıveriyordu aslında. basitçe ve büyüleyici. filmlerinin de en önemli özelliği, izledikten sonra sizi düşüncelere itmesiydi. tıpkı gerçek sanat eserlerinin sahip olduğu yegane özellik gibi.
çünkü herşeyi kuralına ve estetik değerler bazında mükemmelliğe oturtmasının yanında bir de çok az insanın fark ettiği bir özelliği vardı: varoluşa karşı başkaldırı. karakterlerinin sahip olduğunu en önemli özellik; bir amaçlarının olmasıydı. bu amaçlar uğruna kimi zaman doğayla kimi zaman tanrıyla kimi zamanda asla yenemeyeceğini düşündüğü insanlarla savaşıyorlardı. sonuç ne olursa olsun bu savaş içinde geçenler, karakterlerinin verdiği kararlar kendi kaderlerini etkiliyordu. öyle güzel acı çeken karakterlere dönüşüyorlardı ki acıyı seviyorduk. tek kurtuluşun ölümle olacağına inanıyorduk. her zaman da inanacağız.
Black Swan'dan sonra Noah (Nuh'un Gemisi) ile sinemaya döneceğini bildiğimiz bu güzel insanın setinden birkaç fotoğraf yayınlanmış. Dinsel öğeler, varoluş, kader ve mitolojinin birlikte işleneceği hikayeyi merakla bekliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder